Esenlerde Kavuşma
Esenler bugün bardaktan boşalırcasına insan yağmuruna tutulmuştu. Ne zaman olmadı ki bu? Otogar açılalı iki ay olmuştu halbuki. Bu kadar seyahat eder miymiş İstanbul halkı? Hem de akşam vakti. Yedi kat sema var derler ya bu otogar da o misaldi. Her katında ayrı zümreden insanlar vardı. Ben bilmiyorum tabii nerelere girilir nerelere girilmez. Her şey seni karşılamak içindi.
Yayan bir şekilde otogara giriş yaptım. Tabelaları takip ederek o koca yapının en alt katından içeri girdim. Korku filmlerini aratmayan bir yerdeydim. Gaz kokusu, çamur tutmuş duvarlar, yarım bırakılmış ucuz marka içki şişeleri, yanıp sönen bozuk floresanlar, duvarlarda ürkütücü çizimler... Az ileride, önceden beyaz olduğunu düşündüğüm fakat daha sonra kir ve pislikten, biraz da egzoz dumanından simsiyah olmuş bir duvarın kıyısında bir battaniye. Battaniyenin üzerinde bir kadın, yani ben öyle sanıyorum, yüzükoyun yere uzanmıştı. Üstünde beyaz uzun bir elbise vardı. Ortamdaki pislikten nasibini almamış, tertemiz de sayılamayacak bir elbise. Belli ki geleli çok olmamış. Biraz ileride aslan kadar heybetli bir kangal. Bu kimsesiz yerde beklenilenden fazla besili ve ürkütücü. Onun da battaniyesi vardı ve o da uyuyordu. Uzaklarda sadece gölgesini gördüğüm bir insan cismi daha vardı. Ayakta boş boş dikiliyordu. Peron girişini sormak için seslenirken bir anda zombi gibi yalpalayarak bana koştu. Korktum ama sessizliği de bozmadan hızlı adımlarla bir üst kata kaçtım.
Burası aşağıya nispeten daha temizdi. En azından yerde yüzükoyun yatan biri yoktu. Her tarafta kaderine terk edilmiş eski otobüsler vardı. Şurada Adana Seyahat, az berisinde Lider Tokat, onun solunda Öz Vezirköprü... Bir Allah’ın kulu yoktu görünürde. Yine ortamın akustiğini bozmadan sessiz adımlarla yukarı çıktım.
Seninle buradan nasıl geri dönecektim? Elbet başka bir yol olmalı. Hem o kadar kalabalık vardı dışarıda. Niye burada kimse yoktu? Elbet, elbet başka bir yol olmalı! Nereden geldim buralara diye söylenerek üçüncü kata ulaştım. Burası bayağı hareketliydi. Ama hâlâ etraf pislikten geçilmiyordu. Ama buradaki pislik içki şişeleri değil daha çok dükkân fişi, evraklar, su şişeleri, yemek artıkları, sigara izmaritleri gibi şeylerdi. Sıralı dükkanlar vardı burada. Otobüs şoförleri için terzi, kuru temizlemeci, toptancı, kiralık odacılar... Hem alt katta gördüklerimi söylemek için hem de perona kestirme bir yol var mı diye sormak için ilk gördüğüm dükkâna attım kendimi.
İçeride pos bıyıklı, yüzü güneş görmediği halde güneş görmüş gibi yanmış, uzun boylu ama iki büklüm olmuş, suratsız bir adam vardı. İçeri girdiğimde sanki adam öldürmek gibi büyük bir suç işlemişim gibi şimdi de sıranın kimde olduğunu merak eden gözlerle baktı. Bu adamın bu sert bakışları beni ürkmek duygusunun en üst mertebesine ulaştırdı. Çekingen, o suçu işlemiş gibi korkarak adama sadece “ Kolay gelsin.” diyebildim. Suçum bin kat daha artmıştı. Adam bakış açısını değiştirmeden umursamaz bir tavırla “Ne vardı?” dedi. Bir an için donakaldım. Sahi ne diyecektim ben bu adama? Burası neresi? Nereye gidiyorum? Nereden geliyorum? Nasıl geldim? Kime geldim? Her şeyi unuttum o an. Kafam allak bullaktı. Sonra sen geldin aklıma. Seni karşılamaya gelmiştim. Adam bu kısa boş bakışımdan sinirlenmiş olacak ki yerinden kalktı bir anda. “ Söylesene be adam, ne var, ne istiyorsun!?” bir anda oluşan bu çıkışın korkusuyla kendime geldim. “ Perona gidecektim ben, peron, evet evet, perona, yol var mı buradan?” Adam eski bakışına dönüp tekrar yerine oturdu. Daha sakin bir tavırla “ Tabelaları görmedin mi onları takip edeceksin.” Dedi. Ne diyeceğimi unutup bir kafa teşekkürüyle oradan savuştum.
Merdivenlere doğru ilerlerken alt katta gördüklerimi soracağımı hatırladım. Ama artık geri dönemezdim. Hem senin otobüsünün vakti yaklaşıyordu hem de o adama tekrar soru sormak şeytanla cebelleşmek gibi bir şeydi. Neden katlanıyorum ki ben buna? Senin içindi di mi? Ne kadar uzun zaman oldu seni görmeyeli? 10 otobüsüyle gelecektin. Saat 9.40 olmuş. Bunu fark etmemle merdivenleri bu sefer hızlı ve sessizliği bozar adımlarla çıkmam bir oldu.
Sonunda peron katına çıkabildim. Burası tam bir mahşer alanıydı. Herkes bir yerlere koşturuyor, her taraftan farklı şehirlerin ismi adeta beynime işliyordu. Çorum, Tosya, Merzifon, Amasya! Her taraftan otobüsler çıkıyor, giriyor, duruyor, korna çalıyor, yazıhaneciler elinde kalan biletleri satmak için gelen geçeni çeviriyorlar, valizler uçuşuyor, şoförler sigarasını tüttürüyor, muavinler yolculara bağırıyordu. Elimde valiz olmadığı hâlde hamallar “ Abim sen yorulma biz taşırız.” Diyerekten elimdeki elma poşetini aldılar. Elmayı sever miydin sen ya? Seversin umarım. Hem bak ben elmanın her türlüsünü severim, sen de sev.
Ne yapacağımı şaşırdım. Senin otobüsünün geleceği yere kadar taşıdı çocuk poşeti. Vardığımızda “ Daha taşımana gerek yok geldik perona.” Dedim. Çocuk bir yandan “Sen nasıl dersen abim benim.” Diyor bir yandan da poşeti bırakmıyordu. Tabii bir yandan da yazıhaneciler: Aksaray, Adana, Antep, Diyarbakır! Bakıyorum bakıyorum vermiyor poşeti. Gözümle poşeti işaret ederek “Ee, versene poşeti.” Diye çıkıştım. Yazıhaneciler durmuyordu. Haydi Ankara, haydi Ankara kalkıyor! Çocuk cevabını esirgemeden söyledi:
- Abi para?
- Tekirdağ, Kırklareli, Edirne!
- Hee, parayı vermeden düdüğü çalamazsın diyorsun ha. Al sana helalinden beş milyon.
- İzmir kalmasın!
- Abi sen benle alay mı edersin!?
- Antalya haydi son 3 kişi!
- Ne alayı be utanmaz, çok bile bu para sana, altı üstü iki kilo elma taşıdın.
- Kastamonu yarım saat gecikecek!
- Biz ne taşıdığımıza bakmayız ağabey, mesafemize bakarız.
Bir anda sinirlerim arşa ulaştı. O an otobüs, aşağıdakiler hatta sen bile aklımdan çıkmıştın. Olacak iş değildi. On milyona aldığım elmaya verdiğim beş milyon yol parasını samimi olarak beğenmemişti. Ama kurtulamayacağım belliydi bu ufaklıktan. Çaresiz konuşmaya devam ettim.
- Senden kurtuluş yok anlaşılan.
- Haydi Erzurum, Sivas, Divriği!
- Estağfurullah abim.
- Tunceli kalktı!
- Söyle bakalım kaç kayme tutuyor bizim yol.
- Bursa, Balıkesir !
- Abi yüz metreye on milyon alıyoruz. Aşağı yukarı beş yüz metre yol geldik. Yani elli milyon eder. Ama ben sen iyi birine benziyorsun abi. Sana kırk beş milyon olur.
Aslında bu doğru değildi. Yüz metre ücreti 3 milyondu. Ama burası Esenler. Herkes yabancı bu şehre. Gelen geçen de gurbetçinin saflığını bu şekilde kullanıyordu. Seslerden artık düşünemez hale gelmişti zavallı. Kapalı bir alana geçip konuşmaya devam ettiler.
- Sana bu parayı vermem için fazlasına ihtiyacın var.
Çocuk bir anda afalladı. Böyle bir cevabı katiyen beklemiyordu anlaşılan.
- Ne, nasıl, ne diyon abi ver benim paramı!
Sinirden artık düşünemiyorum. On milyona aldığım elmaya kırk beş milyon yol parası. Akıl alacak şey değildi. Ama bu çocuk bu parayı alır. Bu belliydi. Direkt de vermek istemiyorum. Kırk beş milyon yol parası ha. Düşünmeye çalışırken bir anda aklıma aşağıda gördüklerim geldi.
- Bir sorum olacak, cevaplarsan söz paranı vericem.
- Hay hay.
- Buranın en alt katında noluyor?
- Abi senin ne işin vardı orada?
Çocuğun bir anda rengi değişmişti. Ürperen bir çehreye büründü bir anda . Bense yanlış bir şey mi yaptım diye düşünmeye başladım. Merakla soruma devam ettim:
- E otogara başka nasıl gelinir?
- Abi, Allah iyiliğini versin ya korkuttun beni.
- Neden?
- Senin geldiğin yol otobüsçüler ve aşağı esnaflar için. Perona zaten servis geliyor dışardan. İyi o alt katlarda başına bir şey gelmemiş. Sen bizim elli milyonumuza laf ediyon ya abi, orası üç kuruş için adam öldürenlerle kaynıyor. Tecavüzcüsü, ayyaşı, katili, gaspçısı her türlüsü orada barınır. Mafya bilem vardır orada. Seni onlardan sandım da korktum.
Bütün vücudum titredi çocuk bunları anlatırken. Halbuki çocukta hiçbir değişiklik yoktu. Anlaşılan bunu soran ilk kişi ben değilim. Bana koşan adam muhtemelen ayyaşın biriydi. Köpek de mafyaların çobanlığını yapıyor. Kadın... belli ki kötü şeyler geçirmiş. Çocuğa diyecek, soracak bir şey kalmamıştı.
- Tamam kardeşim. Bu kadarı yeterli. Al hadi paranı.
- Hakkını helal et abim, Allahaısmarladık.
Gülerek ve koşarak uzaklaştı perondan. Neden helallik istedi? Niye güldü? Neden koşarak uzaklaştı? Vardı bu işte bir üç kâğıt. Kırk beş milyonu aldı tabii. Bunları düşünürken saatin on buçuğa geldiğini gördüm. Ortalıkta ne otobüsün vardı ne de sen vardın. Yazıhanecilere sordum otobüsü. Ne dese beğenirsin? Otobüs geleli iki saat olmuş, bütün yolcular servislere dağılmış yalnız bir tane kadın içeri merdivenlere doğru yönelmişmiş. Sen, beni bekleyecektin otobüsün önünde. Zaten yolları da bilmezsin ya nereye gidecektin? Peronların dört bir yanında seni aramaya koyuldum. İki saat de benim aramalarım sürdü. Çaresiz, oturdum bir kaldırıma bir dal sigaramı yaktım. Kafamı eğmiş bir saat de orada zaman harcamıştım. Saat gece ikiye yaklaşmasına rağmen otogar hâlâ mahşer yeriydi. Fakat bir yerin kalabalığı daha fazlaydı. Merak edip kalktım ayağa. Sedyeyle birini çıkartıyorlardı. Merakım büsbütün arttı. Yaklaşmaya karar verdim. Kalabalığı yararak sedyenin başına ulaştım. Üstü aşağıdaki battaniyeyle kapalı bir ceset vardı. Battaniyeyi kaldırdığımda ne göreyim?
Battaniyenin altında o uzun beyaz elbiseli kadın zannettiğim kadın vardı.
Aman Allah’ım!
O, senmişsin kızım..
Mehmet Yusuf Duran (Türkçe Öğretmenliği 2. Sınıf)
Yorumlar
Yorum Gönder